Birbirinin aynası toplumlar
Bu topraklarda yedi yüz yıl hüküm
sürmüş Divan edebiyatının asıl kaynakları lise yıllarımızdan
da hatırladığımız üzere Arap ve Fars edebiyatı. Sonra nasıl
olmuşsa olmuş cumhuriyetin kurulmasıyla beraber yüzümüzü öyle
bir dönmüşüz ki Doğu'dan Batı'ya, Arap edebiyatı hakkında,
geçirdiği değişimler hakkında hiçbir şey bilmez olmuşuz.
Bugün bile Arap Baharı sayesinde
politikasıyla daha çok ilgilenir olduğumuz Mısır'da edebiyat
adına Necip Mahfuz dışında sayabileceğimiz kaç isim var? Oysa
yüzümüzü çevirdiğimiz Batı'dan çok daha fazla benziyoruz
birbirimize; geleneksel edebiyatın yok olması, yeni kavramlar,
algıdaki muhafazakârlık her iki ülke edebiyatının da son yüz
yılının özeti. Siyasete gelirsek, yıkılan imparatorluklar,
krallıklar, bir türlü gelemeyen demokrasi, umutların bağlandığı
liderlerin üç beş yıl içinde özlerine dönüp faşizanlaşması
gibi benzerliklerden söz edebiliriz.
İşte bu gibi nedenlerle Sunullah
İbrahim'in O Koku adlı novellası anlattıklarıyla
Türkiyeli okurları bayağı etkileyebilecek nitelikte.
Neredeyse yirmi yıl arayla yazılan
iki önsözde Sunullah İbrahim kitabıyla ilgili samimi
açıklamalarda bulunuyor, anlatıcının kendisi sanılmasının
yaşamı boyunca verdiği rahatsızlıklardan bahsettikten sonra
ekliyor: “Çünkü roman, doğru bile söylese, büyük bir
yalancıdır!”
Sunullah İbrahim'in yaşamı metni
anlamak için önemli, o nedenle kısaca bahsetmek gerekirse; büyük
umutlarla iktidara gelen Nasır'ın ayağının tozuyla hapse
attırdığı solculardan biridir İbrahim. Beş yıl yattığı
hapisten çıktığında aynen novella'sındaki anlatıcı gibi gün
batımından doğumuna kadar evde kalması gereken bir kontrol
altındadır. Bu koşullarda yazdığı eser, sert ve gerçekçi
olur. O Koku yayımlanır yayımlanmaz yasaklanır,
birkaç kere sansürlenerek basılır ama orijinal haliyle gün
ışığına çıkması yirmi yılı bulur. İşte bu tarihten sonra
roman
birçok dile çevrilir ve Coetzee'ye “O Koku,
Mısır edebiyatında bir mihenk taşıdır.” dedirten süreç
başlar.
Sunullah İbrahim yine önsözde o
dönem için bir manifesto niteliği taşıyan şu sözleri
söyleyerek Arap edebiyatı geleneğini nasıl reddettiğini açıklar:
“Sokakları bok götürüyorken,
kanalizasyonun pis suları her yeri kaplamışken, herkes pis
kokuları kokluyor ve bundan şikâyet ediyorken, niye biz yazdığımız
zaman, sadece ve sadece çiçeklerin güzelliğinden ve ne harika
koktuklarından söz etmek zorunda kalalım?”
Elli sayfalık bu eser gerek içeriğiyle
gerekse anlatım biçimiyle oldukça minimalist sayılır.
Anlatıcının hapisten çıktığında gidecek yerinin olmamasının
yarattığı sıkıntıyla başlayan öykü, gidecek yer bulamayıp
nezarethanede sabahlamasıyla devam ediyor. Okuru çarpan ilk
gerçeklik bu gecede anlatılıyor. Tahtakurularıyla dolu nezarette
sabahlarken öldürülürcesine dövülen bir deli adamdan başka,
üstüne atılan bir battaniyenin altında herkesin gözü önünde
sırayla birlikte olunan güzel bir oğlandan bahseder. Bu yaşananlar
kimseye garip gelmemekte ve doğal karşılanmaktadır. Anlatıcı da
gördüklerini hiçbir yorum katmadan okura aktarır.
Kardeşinin tuttuğu bir eve yerleşir,
herkes akşamları sinemaya, gezmeye giderken, anlatıcı güneş
batarken koştura koştura eve gider, genellikle tavanı seyrederek,
sigara içerek geçirir gecelerini. Yazmak ister yazamaz, okumak
ister okuyamaz. Tüm bunlar kısa cümlelerle keskin bir biçimde
dile getirilir. Anlatıcının ruhsal durumundan, neler
hissettiğinden kesinlikle bahsedilmez. Geri dönüşlerle geçmişe
ait bazı anılar canlanır, ilişkilerden bahsedilir ama bu
flash-back'ler de keskin bir biçimde sonlandırılır.
Bedensel ayrıntılar o güne kadar
alışık olunmayan bir açıklıkta anlatılır, gaz çıkarmak,
masturbasyon, meninin yerde bıraktığı iz gibi detaylar kitabın
yirmi yıl yasaklanmasındeki başlıca etkenlerdendir.
Nasır'ın baskısı her yerde
hissedilmektedir. 12 Eylül Türkiye'sine çok benzer bir biçimde
insanlar politika dışında her şeyden konuşmaktadırlar,
düğünler, alınacak eşyalar, popüler yıldızlar en önemli
konulardır. Bir gün anlatıcı Yemen'den dönen askerlerle dolu bir
trenle karşılaşır. Yolcular askerlere bile umursamaz gözlerle,
donuk bir biçimde bakarlar. Yollarda üstü örtülü cesetler
vardır. Şehirde sürekli kanalizasyonlar taşmakta, bütün şehir
kokmakta ama bunun bile lafını doğru düzgün kimse
etmememektedir. Bu koku simgesi gerçekten bütün toplumu kaplayan
kirlilik mi yoksa anlatıcının burnundan gitmeyen bir koku mu tam
anlaşılmaz.
Birçok akraba ziyaret edilir ve
onlarla ilgili detaylar anlatılır ki bence Batılı bir okuru
kitapla ilgili en çok bu kısım zorlayabilir. Yazar, yardımsever,
aile bağları kuvvetli Doğu toplumu mitini yerle bir eder,
akrabalar sevgiden çok faydacılık esasıyla hareket ederler,
ensest oldukça yaygındır, kadınların tek kurtuluşu evlilik
olarak görülür. İslamiyet'te ve Doğu toplumlarında kadının
asıl varlık sebebi olarak görülen “analık” sembolü bile
romanın sonunda bambaşka bir biçimde ele alınır. Sunullah
İbrahim, novella'nın sonunda anlatıcıya sordurduğu “Annem
tam olarak ne zaman öldü?” sorusuyla Albert Camus'nün
Yabancı'sının ne denli evrensel olduğunu kanıtlıyor
belki de.
O Koku'nun
savruk bir dili ve anlatımı var, yazarın önsözde de bahsettiği
bu savrukluk ve metnin yabancılaştırıcı etkisi Rahmi Er'in
çevirisinde başarılı bir biçimde hissettirilmiş. Geçtiğimiz
senenin “en iyi çıkış yapan” yayınevlerinden biri olan
Jaguar Kitap, seçtiği romanlarla, iyi çevirileri ve çarpıcı
kapaklarıyla okurları mutlu etmeye devam ediyor.
Banu Yıldıran Genç
Sunullah
İbrahim, O Koku,
çev: Rahmi Er, Jaguar Kitap, 79 s.
* Bu yazı Notos'un 44. sayısında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder